allah tan en çok korkanınız benim

2 Allah katında insanın hangi ırktan yahut hangi cinsten olduğunun bir önemi yoktur. Allah katında önemli olan, ona kulluk etmektir. Kimin kulluğu daha çok ve bilinçliyse, değerli odur. ” Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınız, takvalı olanınızdır. Allahtan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 . Riyazus Salihin, 152 Nolu Hadis. Ebû Muhammed Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu Eyinsanlar! Ben bir neseb, soy seçtim. Siz başka bir nesep seçtiniz. Ben Allah’tan kim fazla korkarsa, daha kıymetliniz odur, dedim. Siz ise, falan filânın oğludur. hesapsız Cennet’e girerler.” Ve yine buyurdu ki: “Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız İnsanın en değerlisi, en çok takva sahibi olanlardır The most valuable people are those who has more takwa (fear of God) – Allah’tan en çok korkanınız ve onu en iyi bileniniz benim. I am the one who fear Him most and I am the one who knows Him most. – Haset etmekten sakının. Elbetteen iyi performanslarını göstermediler ama sorumluluk aldılar ve daha iyi olacaklar. Takım arkadaşlarıma da söyledim; 'Kötü zamanlarda başarılı olduğunuz zamanlardan daha çok şey öğrenirsiniz.' Galatasaray'da geçirdiğiniz 1 sene, diğer takımlardaki 2-3 seneye bedeldir. Bu forma çok ağır bir forma Annonce Originale Pour Site De Rencontre. Peygamber Efendimiz sahabeleri hangi konuda uyardı? Hadisi şerifi nasıl anlamalı ve amel etmeliyiz? Hadisten çıkarmamız gereken dersler nelerdir?Enes ibni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi Peygamber Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahâbeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve - Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri - Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri - Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de - Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi - “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 Hadisi Şerifi Nasıl Anlamalıyız? Sahâbe, Hz. Peygamber’in her türlü halini, yaşayışını ve davranışını öğrenmek, bilmek istiyordu. Çünkü onu kendilerine yegâne önder ve örnek kabul ediyorlardı. Allah Teâlâ, dünya ve âhirette mutlu olmak isteyen mü’minlerin, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek edinmelerini emir ve tavsiye etmişti. Bunu en iyi anlayan ve ilk olarak uygulayan “örnek nesil” sahâbe toplumu oldu. Bilindiği gibi Enes ibni Mâlik, Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretinden vefat ettiği zamana kadar ona hizmet etmiş bir sahâbîdir. Enes, Resûlullah’ın evi ve aile çevresinde cereyan eden olayları en iyi bilen sahâbîlerden biriydi. Nitekim, bu konularla ilgili pek çok rivayetleri bulunmaktadır. Bu hadiste adları zikredilmeyen üç kişi, Ali İbni Ebû Tâlib, Abdullah İbn Amr ve Osman İbni Maz’ûn’dur. Bu sahâbîler, Peygamberimiz’in farz ibadetler dışında evinde yaptığı nâfile ibadetleri öğrenmek üzere gelmişlerdi. Onların gayesi, Resûl-i Ekrem’in nâfile ibadetlerinin mikdarını öğrenip aynını yapmak, böylece onun fiilî sünnetine uymaktı. Çünkü farz ibadetler, hem bütün ashâb tarafından biliniyor, hem de Peygamberimiz farz namazları mescidde kılıyordu. Hz. Peygamber’in nâfile ibadetlerini öğrenen sahâbîler, bunları kendileri açısından az buldular. Bunun sebebini de, onun geçmiş ve gelecek günahlarının Allah tarafından affedilmiş olmasına bağladılar. Hz. Peygamber ile kendileri arasında çok fark olduğunu, onun mâsum ve günahsız, kendilerinin ise günahkâr olduğunu düşündüler. Sahâbîlerin böyle düşünmesi, mükemmel bir edep örneğidir. Çünkü onlar, Peygamber’in nâfile ibadetlerinin beklediklerinden daha az olmasını onun kemâline, günahsızlığına bağlamışlar, onda noksanlık arama gibi bir düşünceyi akıllarından geçirmemişlerdir. Gerçekte Peygamberimiz’in nâfile ibadetlerinin azlığı da ümmet için bir rahmet vesilesidir. Bu yönde kendisini örnek alanlar, herhangi bir kayba ve zarara uğramadıkları gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Daha önce de ifade edildiği gibi, az da olsa sürekli olan ibadetler makbuldür. Çünkü herkesin her zaman çok ibadet etmeye gücü yetmez. Ayrıca, azlığın ve çokluğun bir ölçüsünü bulmak da mümkün değildir. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibadet yapmakta serbest bırakılmıştır. Her konuda olduğu gibi ibadetlerde de haddi aşmak doğru görülmemiştir. Çünkü insan yalnız kendisinden ibaret değildir. Kendi nefsimizin olduğu kadar, eş ve çocuklarımızın, yakınlarımızın, komşularımızın ve bütün insanların bizim üzerimizde hakları vardır. İnsan, güç ve kuvvetini devam ettirebilmek için yiyip içmek, neslini devam ettirebilmek için evlenip çoğalmak zorundadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, her üç sahâbenin hadisimizde geçen davranışlarını uygun bulmamışlardır. Ayrıca bu şekildeki bir davranışın Allah’a daha saygılı olma, O’ndan daha çok korkma ve daha iyi dindarlık sayılmayacağını da ifade buyurmuştur. Kendisinin, insanların Allah’tan en çok korkanı, takvâda en ileri olanı ve Allah’a karşı en saygılı davrananı olduğunu da sahâbîlere açıkça söylemiştir. Hem gece ibadet ettiğini, hem uyuduğunu, bazı kere oruç tuttuğunu, çoğu kez yiyip içtiğini, kadınlarla evlendiğini ve birlikte olduğunu onlara bildirmiştir. Bu şekilde davranmanın, kendisinin yolu, sünneti olduğunu anlatarak, sünnetinden yüz çevirenin Peygamber’in izinde sayılmayacağını da onlara hatırlatarak, kendilerini uyarmıştır. Hz. Peygamber’in engel olmak istediği şey, dinde haddi aşma ve İslâm’ın câiz görmediği bir nevi ruhbanlığa yönelmedir. Oysa Allah Teâlâ “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, sınırı aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez” [Mâide sûresi 5, 87] buyurur. Bu âyetin iniş sebebini hatırlamamız bu konuyu daha iyi anlayıp kavramamıza yardımcı olacaktır. Peygamberimiz bir gün sahâbeye kıyametten bahsetmişti. Sahâbe çok duygulanmış ve ağlamışlardı. Sonra aralarında on kişi Osman İbn Maz’ûn’un evinde toplandılar. Onların içinde Ebû Bekir ve Ali İbni Ebû Tâlib de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmek suretiyle erkeklik duygularından kesilmeye, gündüzleri oruçlu, geceleri de yatakta yatmaksızın uyanık ve ibadetle geçirmeye, et ve et ürünleri yememeye, kadınlara yakın olmamaya, güzel koku sürmemeye, yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman İbni Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Sonra onlar da Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Efendimiz, karar aldıkları hususları kendilerine sayarak – “Bu konularda ittifak etmişsiniz öyle mi?” dedi. Onlar – Evet ya Resûlallah! Bizim bunlarda hayırdan başka bir gayemiz, arzu ve isteğimiz yoktur, dediler. Bunun üzerine Efendimiz – “Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazan oruç tutun, bazan tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et ve et ürünlerini yediğim gibi hanımlarımla da beraber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Sonra sahâbeyi toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi “Birtakım kimselere ne oluyor ki, hanımlarla evlenmeyi, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terketmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahatı oruç, ruhbanlıkları ise cihaddır. Allah’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, ramazan orucunu tutunuz. Dosdoğru olunuz ki, başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.” Ali el-Kârî, el-Mirkat, I, 182-183. Hadisten Çıkarmamız Gereken Dersler Nelerdir? Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve ibadetlerde ölçülü davranmak gerekir. Sahâbe, daima faziletli ameller peşinde koşmuştur. Her müslüman, haddi aşmaksızın, daha faziletli ameller peşinde koşup dinde kemâl mertebesine ulaşmaya gayret etmelidir. Dinimiz evlenmeyi teşvik eder. Sürekli oruçlu olmayı, dinimiz doğru bulmamıştır. Aynı şekilde, ibadet maksadıyla bütün geceyi uykusuz geçirmek de hoş karşılanmamıştır. Bu davranışlar, takvâdan sayılmaz. Allah’a yakın olmak isteyenler, orta yolu tutmalı, ölçülü olmalı ve Hz. Peygamber’i kendilerine örnek almalıdırlar. Takvâda Hz. Peygamberle yarışmak söz konusu olamaz. Peygamber’in sünnetinden yüz çeviren, bid’ata ve sapıklığa düşer. Kaynak Riyazüs Salihin, Erkma Yayınları İslam ve İhsan Allah'tan Korkmak Allah'tan korkmak, büyük makamlardandır. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki Allah'tan ancak âlim olanlar korkar. Hadis-i şeriflerde ise şöyle buyuruldu Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur Sizin en akıllınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Allah korkusundan ürperip tüyleri kalkanın ağaçtan yaprak dökülür gibi günahları dökülür. Allah korkusundan ağlayan Cehenneme girmez. Günahını düşünüp ağlayanlar, hesapsız Cennete girecektir. Cenâb-ı Hak katında, Allah korkusundan akan gözyaşından ve Allah yolunda akan kandan sevgili damla yoktur. Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseden birisi de, yalnız iken Allahü teâlâyı hatırlayıp gözyaşı dökenlerdir. Allahü teâlâ'dan korkandan her şey korkar. Allah'tan korkmayanı her şeyle korkuturlar. Allahü teâlâ buyuruyor ki, "izzetim hakkı için, bir kulda iki korku, iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, Ahirette onu emin ederim. Ahıret hususunda emin ise, korkuturum. İnsan sevdiği şeylerin elden çıkmasından korkar. Sevdiği kimselerin sevgisini kaybetmekten korkar. Bunun için Allah'ı en çok sevenler, Allah'tan en çok korkanlardır. Keza Allahü teâlâ'yı en iyi tanıyanlar da O'ndan en çok korkanlardır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki En arifiniz benim, en çok korkanınız da benim. Allah'tan korkup günahtan sakınan kimselere "müttaki' denir. Müttakîler hakkında çok müjdeler vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Müttakîlerin hepsi hesapsız Cennete girerler. Alimlerimiz buyuruyorlar ki İnsan Allah'tan korkarsa, kalbi hikmetle dolar İnsanlar, fakirlikten korktukları gibi Cehennem'den korksalardı Cennet'e girerlerdi. Dünya'da korkan, âhırette emin olur. Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kalbler harap olmuştur. Allah'tan korkan kul, kendini hasta görüp ölüm korkusuyle bütün isteklerinden kaçınan kimsedir. Allah korkusunun sebebi, ilim ve marifettir. İlim ve marifet sahipleri, kendi ayıplarını, günahlarını ve ibâdetteki kusurlarını görerek, bunun yanında Allahü teâlâ'nın kendisine verdiği sayısız ni'metleri düşününce, yaptıklarından utanıp, kalbinde korku başlar. Bu kimsenin hâli şuna benzer Bir padişah bir kimseye iltifat ederek sayısız yardım ve ihsanlarda bulunsa, üstelik sadrazamlık rütbesi verse, bu kimsede, padişahın bu iyiliklerine karşılık nankörlük ve hıyanet etse, bunu da padişahın gördüğünü anlasa, o kimsenin kalbine bir korku ateşi düşer. Korkunun dereceleri vardır. İnsanın kendisini arzulardan men etmesine İFFET, haramlardan men etmesine VERA, şüphelilerden men etmesine TAKVA denir. Allah'a yaklaşmağa mâni olan her şeyden men etmesine ise SlDK denir. Böyle kimselere de SIDDÎK denir. Bir kimse Cehennemden korkar, tevbesiz öleceğinden korkar, gaflete düşüp kalbinin kararacağından korkar, nimetlerin çokluğu sebebiyle zevke dalıp âhıreti unutacağından korkar, bütün kusur ve kabahatlerinin ortaya dökülüp rezil ve rüsvâ olacağından korkar. En büyük korku da ezele ait olup imansız gitme korkusudur. Basiret sahipleri akıbetlerinin ne olacağından korkarlar. En büyük korku budur. Çünkü Allahü teâlâ'dan celâl sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmakdan daha üstündür. Çünkü bu korku hiç gitmez. Günâhı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca Niçin Allah'tan korkayım diye düşünür. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan Celâl sıfatı sebebiyle korkmak daha üstündür. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma Benden kükremiş arslan gibi kork! buyurdu. Çünkü arslan, senden korkmaz, öldürmek isteyince de seni bir kabahatinden dolayı öldürmez. Allahü teâlâ'yı da böyle düşünenin korkmaması mümkün değildir. Korkanların çoğu, akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Ebu Derda hazretleri buyurdu ki Hiç kimse, ölüm zamanında imanının geri alınmıyacağından emin olmaz. Sıddıklar kötü akıbetten çok korkarlar. Süfyan-ı Sevrî'yi ağlarken gördüler. Allah'ın afvı, senin günahından büyük olduğunu bilmez misin? dediler. İmanla öleceğimi bilsem, dağlar kadar günahım olsa yine korkmam. buyurdu. Mürid, günah işlemekten, arif ise küfre düşmekten korkar. İşte bu ilimlerden ve marifetten korku hâsıl olur. Korkudan ise zühd, sabır, tevbe, sıdk, ihlâs ve nihayet bunlardan da muhabbet hâsıl olur. Muhabbet makamı ise bütün makamların sonuncusudur. Marifet, kendini ve Rabbini bilmek demektir. Marifetten âciz olanlar ise, Allah'tan korkan marifet sahipleri ile sohbet etmeli, gafillerden uzak olmalıdır. Hazreti Ebu Bekir, o büyüklüğüyle, Keşke bir kuş olsaydım diye ağlardı. Hazret-i Aişe validemiz Adım ve sanım olmasaydı diye döğünürdü. Ata Sülemi Hazretleri, kırk sene Allah korkusundan gülmedi. Bütün Enbiya'lar ve Evliya'lar korktukları halde biz neden eminiz? Ya onların çok günahı vardı da bizim yok, yahuttâ onların marifeti çoktu da bizim marifetten haberimiz yok... Gerçekte ise günahların gafletinden dolayı eminmişiz gibi hareket ediyoruz. Büyükler ise marifetleri sebebiyle çok ibâdet ettikleri gibi, çok da korkarlardı. Allahü teâlâ'nın mekrinden emin olmak, öldürücü zehir olduğu gibi, O'nun rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min, daima ümit ile korku arasında bulunmalı dır. Nitekim Hazret-i Ömer buyurdu ki Eğer dense ki, Cennete yalnız bir kişi girecek, o kişinin kendim olduğunu ümit ederim. Yine dense ki, Cehenneme yalnız bir kişi girecek, o kimsenin kendim olacağından korkarım. Allahü teâlâ'nın rahmetini ümit etmek, kulu Cennet'e çeken yular gibidir. Havf, ya'ni Allah'tan korkmak ise, Cehennem'e düşmemek ve Cennete gitmesi için vurulan kamçı gibidir. Ümitten muhabbet doğar. Muhabbet makamından yüksek makam yoktur. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki Ölürken herkes, Allahü teâlâyı hüsn-i zan etmelidir. Allahü teâlâ buyuruyor ki Kulum beni zannettiği gibi bulur. Allahü teâlânın rahmetinden ümit eden ve kendi günahlarından korkan kimseyi Cenâb-ı Hak, korktuğundan emin eder ve ümit ettiğine kavuşturur. Günahlarının çokluğu sebebiyle ümitsiz olan birisine Hazreti Ali buyurdu ki Ümitsiz olma, Allahü teâlânın rahmeti senin günahlarından büyüktür. Rahmeti gazabını aşmıştır. Büyüklerden birisi vefat edince rü'yâda gördüler. -Allahü teâlâ sana nasıl muamele etti?diye sordular. Şöyle cevap verdi - Yaptığım işlerden sorguya çekildim. Bunu niçin yaptın, şunu niye böyle yaptın gibi sualler sordular. Korktum. Dedim ki, Ya Rabbi, seni bana böyle tanıtmadılar. Nasıl tanıttılar buyurdu. Kulum Beni zannettiği gibi bulur. Hadis-i kudsîyi söyledim. Sonra dedim ki, - Ya Rabbi, ben rahmet bekliyordum. Bunun üzerine Sana rahmet ettim buyurdu. Cennete götürdüler. Eşi benzeri bulunmayan ni'metlere kavuştum. Bir kimse, en iyi tohumu bulup, mümbit toprağa eker, yabani otlardan temizler, gübreler ve gerekli ilaçlamalarım da yapar. Allahü teâlâ da bu mahsûlü çeşitli âfetlerden korursa, bu beklemeğe ümit denir. İyi tohum atmaz, kültürel ve ilâçlı mücadelesini yapmazsa, üstelik toprak da mümbit değilse, bu tarla dan iyi mahsûl almak için beklerse, bu bekleyişe ümit denmez. Çünkü sebeplerin hepsine yapışmamıştır. Ama yine imkânsız olmadığı için buna temenni denir. Bunun gibi, doğru iman tohumunu kalbine yerleştirip, burasını fena ahlâk dikenlerinden temizlerse, ibâdet suyu ile iman ağacını sularsa, ölünceye kadar her türlü âfetlerden koruması için Allahü teâlâya sığınırsa, ya'ni gerekenleri geciktirmeden vazifesini zamanında yaparsa, buna ümit denir. İman tohumu doğru olduğu halde, kötü ahlâktan temizlenmez ve ibâdet suyu ile sulanmazsa, rahmet beklemek ahmaklık olur. Buna ümit denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder. Demek ki bütün sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur. Sebepleri ne atar, ne araya koyarsa temenni olur. Sebeplere yapışmazsa ahmaklık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki Din işleri temenni ile doğru olmaz. O hâlde ihlâsla tevbe eden, kabul edildiğini ümit etmelidir. Tevbe etmediği hâlde günahına üzülürse, üzülmesi tevbeye sebep olur. Çünkü, Cehennem tohumu ekip, Cennet beklemekten büyük ahmaklık yoktur. Salih amel işlemeden, büyüklerin kavuştukları dereceyi ümit eden kimseden akılsızı yoktur. Ümitli olmak için Allahü teâlânın ni'met ve ihsanlarını düşünüp ibret almalıdır. Her bir kimse benim rahmetimden ümitsiz olmasın! âyet-i kerimesini düşünmelidir. Hadis-i şerifte, bu ümmete merhamet olunduğu, onların azabı dünyada çektikleri, hastalık, belâ, fitne, zelzele olduğu bildirilmiştir. Hadis-i şerif de buyuruldu ki Kul günah işleyip istiğfar ederse, Allahü teâlâ, ey meleklerim, bakın bu kul, bir günah işledi ve bir sahibi olduğunu anlayarak günahı için istiğfar edip afv diledi. Siz şahit olun ki onu afvettim. Altı saate kadar melek, kulun günahını yazmaz. Eğer istiğfar ederse hiç yazmaz. Tevbe ve taat etmezse, sağ taraftaki melek, diğerine der ki, defterinden bir günah düş, ben de ona karşılık bir sevap düşeyim. On günaha bir sevap rastlar. Dokuzu kendine kalır. Kul istiğfar ettiği müddetçe, yani istiğfar etmekten bıkmadıkça, Allahü teâlâ da afvetmekten bıkmaz, iyilik yapmağa niyyet edince, o işi daha yapmadan melek sevap yazar. Yaparsa on sevap yazar. Hattâ yedi yüz misline kadar yazar. Günah işlemeğe niyyet edince yazmaz. İşleyince bir günah yazar. Bir kimse Peygamberimize gelip, namaz ve oruçtan başka ibâdet edemediğini, parası olmadığı için zekât veremediğini ve hacca gidemediğini, hâlinin, ne olacağını arz etti. Resûlullah buyurdu ki -Eğer kalbini riya ve hasetten, dilini gıybetten ve yalandan, gözünü nâmahremden ve Allahü teâlânın kullarına hakaretle bakmaktan korursan Cennette benimle olursun. Bir Arap, Peygamberimize sual etti -Kıyamet günü hesabı kim yapacak? -Allahü teâlâ yapar. -Kendi kendine mi yapacak? -Evet... -Arap güldü. Peygamber aleyhisselâm sordu -Niçin güldün? -Kerîm olan galip olunca afveder, hesap sorarsa kolaylık gösterir. -Doğru söyledin. Allahü teâlâdan kerîm kimse yoktur. Sen akıllısın. Allahü teâlânın sevgili kullarından birini aşağı görmek, Kâbeyi yıkmaktan daha kötüdür. -Allahü teâlânın sevgili kulları kimlerdir? -Bütün mü'minler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Hadis-i şerifte buyruldu ki Allahü teâlâ, kıyamet günü, o kadar çok rahmet verir ki, hiç kimsenin kalbinden o kadarı geçmiş değildir. Hattâ şeytan bile merhamet olunacağını düşünerek başını kaldırır. Bildirildi ki, Cehennemden iki kişiyi çıkarırlar. Allahü teâlâ, Yaptıklarınızın karşılığını gördünüz. Çünkü ben zulmetmem. buyurduktan sonra Cehenneme götürürler. Birisi çok hızlı yürür, diğeri ise yürümez. Her ikisine bunun sebebini sorarlar. Hızlı yürüyen Emir, dinlememenin neye mal olduğunu anladım, onun için hızlı yürüyorum. der. Diğeri ise Rabbime hüsn-i zan ettim. Cehennemden çıkarınca, bir daha sokmaz diye ümit ettim. der. Her ikisini de Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile Cennete götürürler. Kaynaklar 1 Ehl-i Sünnet İtikadı, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Bedir Yayınevi, 1996, 2 Bir Bilene Soralım -1,3 Türkiye Gazetesi 3 Mürşid 4, İlmihal, Fetvalar, Turan Yazılım 4 Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN 5 Elmalı Tefsiri 6 Kütüb-i Sitte 7 Sevâd-ı Azam, Hakim Semerkandi, Bedir Yayınevi, 8 Buhari 9 Tirmizi İbn Ömer rivayet etmiştir. Anasayfa Gönül Sohbetleri Kim Allah’ı zikreder de Allah korkusundan dolayı gözlerinden yere yaş dökülürse kıyamet gününde o kimseye azap edilmez. Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 623 Allah’tan En Çok Korkanınız Allah’ı En Çok Tanıyanınızdır Kim Allah’ı zikreder de Allah korkusundan dolayı gözlerinden yere yaş dökülürse kıyamet gününde o kimseye azap edilmez. Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 623 Önceki Post Sonraki Post İlgili Videolar عَنْ مَسْرُوقٍ قَالَ قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ الله عنها صَنَعَ النَّبِىّ صلى الله عليه وسلم شَيْئًا تَرَخَّصَ وَتَنَزَّهَ عَنْهُ قَوْمٌ ، فَبَلَغَ ذَلِكَ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم فَحَمِدَ اللَّهَ ثمَّ قَالَ مَا بَالُ أَقْوَامٍ يَتَنَزَّهُونَ عَنِ الشَّىْءِ أَصْنَعُهُ ، فَوَاللَّهِ إِنِّى أَعْلَمُهُمْ بِاللَّهِ ، وَأَشَدُّهُمْ لَهُ خَشْيَةً Âişe radıyallahu anha demiştir ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir şey yaptı ve onun yapılmasına ruhsat verdi. Fakat bir grup Müslüman onu işlemekten hoşlanmadı ve uzak durdu. Onların bu halleri Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e ulaştı. Bunun üzerine Allah'a hamd ettikten sonra şöyle buyurdu “Bazılarına ne oluyor ki, benim bizzat işlediğim ve yapılmasına ruhsat verdiğim bir şeyi işlemekten hoşlanmıyor ve çekiniyorlar. Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan daha iyi bilir ve Allah'a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyarım.”[1] Ümmet bütünlüğüne yönelik dış tehditlere paralel olarak değişik düşünce ve mihraklar adına, İslâm'ın özüne ilişkin bazı tavır alışlar uzunca bir süreden beri Müslümanların ve memleketin gündeminde tutulmaya çalışılmaktadır. Edille-i şer'iyye dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas sorgulanmakta, özellikle de “örnek” ve “beyân “ niteliği ile diğer delillere ışık tutan “sünnet” üzerinde bu sorgulama yoğunlaştırılmakta, hadisler hiç bir usule, dayanmaksızın keyfe ma yeşa reddedilmekte, dinî konularda her türlü görüş ve yoruma yer açmaya çalışılmaktadır. Kimi­leri Hz. Peygamber'i dışlayıp adeta peygamber olmaya kalkışırken, ki­mileri de Peygamber'den de ileride Müslümanlık arayışları içine gir­mektedir. Oysa biz, her Müslüman’ın ya da “Müslümanım” diyen herkesin Hz. Ömer gibi, “Biz rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Peygamber olarak da Muhammed'den razıyız”[2] ikrarı ve uygulaması içinde olması gerekti­ğini düşünmekteyiz. Bunun dışında bir kurtuluş yolu bulunduğuna da inanmıyoruz. Bu sebeple burada Hz. Peygamber'in algılanışı ya da onun müstesna konumu üzerinde yine onun hadisimizdeki ikaz ve irşatları doğrultusunda durmak istiyoruz. Tebliğ ve beyân Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in iki temel görevi vardır Tebliğ ve Beyân. Tebliğ Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla aldıklarını aynen insanlara nakletmek, duyurmak demektir. Konu ile ilgili bir ayet meâli şöyledir “Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yapmamış olursun, Allah seni insanlardan korur.”[3] Beyân ise; tebliğin anlaşılmasını sağlamaktır. Buna, amelî konularda icra biçimlerinin bi'l-fiil gösterilmesi ve ümmete öğretilmesi de dâhildir. Zaten bütün çeşitleriyle sünnet kavlî, fiilî, takriri budur, buradan kay­naklanmaktadır. O halde beyân ya da sünnet, dinin, bizzat mübelliği tarafından ya­şanması ve tatbiki; hususiyetlerinin kesin hatlarıyla belirlenmesi ve uy­gulamada mümkün olan şekillerin gösterilmesi demektir. Ümmet haya­tının birlik ve bütünlüğünün temel şartı da budur. Peygamber Örneği Müslümanların kulluk görevlerini en mükemmel, yani emredilen şekilde yapmaları hem en önemli vazifeleri hem de en tabiî haklarıdır. Müslümanlar bu hak ve görevlerini Hz. Peygamber’i izlemekle kullana­bilirler. Hz. Peygamber’i izleme zorunluluğu ümmet olmanın ilk ve temel gereğidir. Çünkü hiç bir ümmet veya kişi, kendiliğinden din ortaya ko­yamadığı gibi, ibadet görevi ve şekli de tespit ve tayin edemez. İslâm ümmetinin dini ve dünyayı değerlendirmede tek ve gerçek önderi peygamberidir. Özellikle dinin yorum ve yaşanmasında Hz. Pey­gamber'in izinden uzaklaştırıcı hiç bir görüş, teklif ve tasarı ciddiye alınamaz. Ümmet için, olsa olsa, Hz. Peygamber'in çeşitli uygulama bi­çimlerinden -şâyet varsa- birini tercih imkânı olabilir. Ümmet, günlük hayatta su içişinden devletlerarası ilişkilere kadar, her sahada Peygamber'in hayatından örnekler ve izler aramakla en ge­çerli ve en gerekli yolu tutmuş ve ümmet olmanın bu yöndeki yüküm­lülüğünü yerine getirmiş olacaktır. Aksi halde kendisine gösterilen bâtıl yollar giderek artacak; ümmet, özelliklerini ve manevi kişiliğiyle birlikte maddi imkân, iktidar ve itibarını da kaybetme tehlikesiyle baş başa kala­caktır. Sünneti Terk Edenler Ümmet olmanın gereklerini bizzat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisi ashâb ve ümmetine öğretmiştir. Ashâb-ı Kirâm'ın hareket­lerini sıkı bir kontrol altında bulundurmuş, kendisine mahsus mükellefi­yetler hariç, hiçbir gerekçe ile kendi yaşayış çizgisi dışına taşmalarına göz yummamıştır. Amellerini az bularak, devamlı oruç tutmak, geceleri uyumadan ibadetle meşgul olmak ve kadınlarıyla temas etmemek gibi zoraki ve aşırı birtakım tedbirlere başvurmayı kararlaştıran ve bu hare­ketlerine takva duygularını, ibadet düşkünlüklerini veya günahlarının çokluğunu gerekçe yapmak isteyen birkaç sahâbîyi haber alınca “Sizin içinizde Allah'tan en çok korkanınız benim. Ama ben oruç tutarım, iftar da ederim. Geceleri ibadet ederim ama uyurum da. Kadınlarımla da görüşürüm. Kim benim sünnetimden yüz çevirir, yaşayışımın dışına taşarsa o benden değil­dir, benim yolumu terk etmiştir.”[4] sözleriyle onları herkese örnek olacak şekilde ikaz ve irşad etmiş, dini sünnet çerçevesinde yaşamanın gereğine işaret buyurmuştur. Benzer bir olayı biraz kapalı şekilde bize nakleden Hz. Aişe Valide­miz Hz. Peygamber’in çok dikkat çekici bir uyarısını daha bize haber vermektedir “Bazılarına ne oluyor ki, benim işlediğimi işlemekten çekiniyor­lar!” Hadisimizin Müslim'deki bir rivâyetinde bu ikaz “benim ruhsat ver­diğim bir işi”; bir başka rivâyetinde de “bana ruhsat verilmiş bir işi” diye başlamakta ve Rasûlullah'ın, yüzünden belli olacak şekilde kızdığı da ayrıca kaydedilmektedir. Hemen işaret edelim ki, bu üç ifade bir arada değerlendirilecek olursa, Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğu anlaşılacaktır. Zira Hz. Peygam­ber’in bir işi işlemesi veya işlenmesine ruhsat vermesi, kendisine tanınan ruhsat ve yetki sonucudur. Onun kendiliğinden ortaya koyduğu bir ta­sarruf değildir. Hz. Peygamber'in hadisimizde yer alan bu beyanlarının anlamını şârih Aynî şöyle açıklamaktadır “Onlar benim yaptığım bazı işlerden çekin­melerini Allah katında kendileri için daha faziletli sanıyorlar. Hâlbuki hiç de öyle değildir. Çünkü faziletli olanı ben daha iyi bilirim ve onu işlemekte de onlardan önde gelirim.” Bu uyarı, bir yandan Hz. Peygamber'in konumunu gerçek boyutla­rıyla ortaya koyarken bir yandan da -hangi düşünce adına olursa olsun- Hz. Peygamber'den ileri bir dindarlık imkânının bulunmadığını çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ulemamız, bu hadîs-i şerîfi değer­lendirirken fevkalâde önemli sonuçlara ulaşmışlardır. Meselâ onlardan biri, “Şâriin ruhsat verdiği bir şeyden kaçınmak, büyük günahlardandır. Zira bunda kendi nefsini Peygamber’den daha muttaki görme yanlışı vardır ve bu ise, bir ilhaddır.” derken bir başkası da İbnu't-Tin “Böyle bir düşünce ve inanç yani kendini Peygamber’den daha muttaki görme, hiç kuşkusuz tam bir ilhad ve küfürdür.” diye kanaat belirtmektedir.[5] Her şeyi ilahî iradeye uygun ve en mâkul şekil ve muhtevada yaşamış ve ümmetine göstermiş olan, ümmetinin güçlüğe uğraması kendisine çok ağır ge­len[6], en güzel örnek[7], şefkat ve re'fet sahibi[8] Hz. Peygamber'in, kendi yaşayış biçiminin dışına çıkılmasına karşı gösterdiği bu ciddi ve kesin tutumunun an­lamını idrak ettiğimiz gün; takibi gerekli yegâne “iz”i bulmuş olmanın mutlulu­ğunu duyacak ve sünnetin; peygamberî neşe ve feyzine doyacağız. Aksi halde sevgili Peygamberimizin “bazılarına ne oluyor ki?” sitem ve uyarısının muhatapları olacağız. Oysa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sün­netini kabullenmek ve yaşamaya çalışmak, Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara verilmiş bir görevdir, ilgili iki ayet meâli şöyledir “Allah'a ve Rasûlü’ne itaat edin; eğer yüz çevirirseniz, gerçekten Allah ka­firleri sevmez.”[9] “Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri meselelerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü sıkıntı duymaksızın içlerine sindirmedikçe inanmış olmazlar.”[10] İslâm'da Kur'ân'dan sonra ikinci şer’î delîl olan sünnet; İslâm'ı anlama ve yaşamada Ümmet-i Muhammed'in güvencesi, yegâne örneği ve tek yoludur. Bu sebepledir ki ne takva gerekçesiyle ne de ihmal ve tembellik neticesinde sünnet dışında yaşamaya kalkışmak, ümmet olmakla bağdaşmaz. Zira “Peygamber, mü'minler için öz nefislerinden daha önde gelir.”[11] Onun hayatı, sözleri, tavsiyeleri, tebşir ve sakındırmaları kendisine karşı duyulan sev­giye dayalı olarak, ümmet hayatında büyük bir hüsn-i kabul görecektir. Bu hüsn-i kabul, ona ait her şey için geçerli ve gerekli olurken, O'na düşmanlık edenleri, dil uzatmaya yeltenenleri cevaplamak, bid'at ve bid'atçılarla mücadele etmek ve hâsılı onun hayat ve hadisleri siret ve sünnetinin toplum içinde hâkim ve örnek olmasını temine çalışmak Peygamber'e bağlılığın asgari gerekleri arasında yer almaktadır. Binae­naleyh bir kere daha hatırlatalım ki, Peygamberi dışlayarak Müslüman olu­namayacağı gibi onun sünnetine rağmen veya sünneti dikkate almadan da Müslüman olunamaz. Hadisimizin ikaz ve irşadı, gerekçesi ne olursa ol­sun, sünnetten yan çizen herkese yöneliktir. Sorusu ise, hiç kuşkusuz, bu tür bir düşünce ve eğilimi sahiplenenlere yöneliktir ve oldukça düşündü­rücüdür “Bazılarına ne oluyor ki!” Sünnet, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu hayat modeli, İslâm'ın pratik örneği iken, onu mü'minler için örnek olmaktan çıkarmaya, din için delil olmaktan uzak tutmaya çalışan düşünce ve beyanlar, Peygam­ber’e rağmen veya Peygambersiz bir Müslümanlık hayalinin ürünleridir. Hâlbuki Muhammedsiz bir İslâm düşünmek hiç bir akl-ı selîmin kârı değildir. Şevketini, izzetini, manasını, dünyasını, ukbâsını Hz. Muhammed'in nurlu yolu sünnette bulan, İslâm'ı sünnetteki yorumuyla kavrayan ve elin­den geldiğince de onu bu çerçevede yaşamaya çalışan Müslümanlar ken­dilerini, gerçekten Sünnet’e ne ölçüde bağlı kalabildikleri noktasından değerlendirmelidirler. Hz. Peygamber’i yegâne önder olarak gündeme hâkim kılmak, ancak böylece gerçekleşebilecektir. Hükümler Netice olarak hadisimizde, bir yandan Rasûlullah'a uymak, sünne­tini yaşamak teşvik edilirken diğer taraftan dini anlamakta ve yaşamakta kendilerine göre yollar tutmaya kalkanlara dini maksatlarla kızılabilece­ğine, şahısların olmasa bile, yanlışların kamuoyunda teşhir edilmek su­retiyle düzeltilmesi gereğine işaret olunmakta, böyle bir uygulamanın bizatihi “sünnet” olduğu belirlenmektedir. Bilhassa cemaat önderlerine, ulemaya bu konuda çok ciddi görev ve sorumluluklar düştüğü hatırla­tılmaktadır. Ayrıca Allah'a yakın olmanın, O'nu iyi bilmeye ve O'ndan çokça korkmaya sebep olduğu da vurgulanmaktadır. Zira Peygamber Efendimiz, Allah'ı herkesten daha iyi bildiğini ve O'ndan, herkesten çok daha fazla korktuğunu beyan etmişlerdir. Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed *** *Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır. [1] Buhârî, İ'tisam, 5; Edeb 72; Müslim, Fedâil 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 45, 181. [2] Buhârî, İlim 29, İ'tisam 3; Müslim İman 56, Fedâil 134, 136; Tirmizi, İlim 10. [3] el-Mâide 5, 67. [4] Buhârî, Nikâh 1; Müslim Nikâh 5; Nesâî, Nikah 4; Dârimî Nikah 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158; III. 241, 259, 285; V, 409. [5] bk. Aynî, Umdetü’l-kârî, XXV, 39. [6] et-Tevbe 9, 128. [7] el-Ahzab 33, 21. [8] et-Tevbe 9, 128. [9] Al-i İmran 3, 32. [10] en-Nisa 4, 65. [11] el-Ahzab 33, 6. Rabbimiz Yüce Allah her şeyi bir denge üzerine yaratmıştır. İbadetlerde de dengeli olmayı tavsi etmiştir. Bu konuda aşağıdaki hadis-i şerif bize ışık tutmaktadır. Enes ibni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi Peygamber Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahâbeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve - Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri - Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri - Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de - Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi - “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 Açıklamalar Sahâbe, Hz. Peygamber’in her türlü halini, yaşayışını ve davranışını öğrenmek, bilmek istiyordu. Çünkü onu kendilerine yegâne önder ve örnek kabul ediyorlardı. Allah Teâlâ, dünya ve âhirette mutlu olmak isteyen mü’minlerin, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek edinmelerini emir ve tavsiye etmişti. Bunu en iyi anlayan ve ilk olarak uygulayan “örnek nesil” sahâbe toplumu oldu. Bilindiği gibi Enes ibni Mâlik, Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretinden vefat ettiği zamana kadar ona hizmet etmiş bir sahâbîdir. Enes, Resûlullah’ın evi ve aile çevresinde cereyan eden olayları en iyi bilen sahâbîlerden biriydi. Nitekim, bu konularla ilgili pek çok rivayetleri bulunmaktadır. Bu hadiste adları zikredilmeyen üç kişi, Ali İbni Ebû Tâlib, Abdullah İbn Amr ve Osman İbni Maz’ûn’dur. Bu sahâbîler, Peygamberimiz’in farz ibadetler dışında evinde yaptığı nâfile ibadetleri öğrenmek üzere gelmişlerdi. Onların gayesi, Resûl-i Ekrem’in nâfile ibadetlerinin mikdarını öğrenip aynını yapmak, böylece onun fiilî sünnetine uymaktı. Çünkü farz ibadetler, hem bütün ashâb tarafından biliniyor, hem de Peygamberimiz farz namazları mescidde kılıyordu. Hz. Peygamber’in nâfile ibadetlerini öğrenen sahâbîler, bunları kendileri açısından az buldular. Bunun sebebini de, onun geçmiş ve gelecek günahlarının Allah tarafından affedilmiş olmasına bağladılar. Hz. Peygamber ile kendileri arasında çok fark olduğunu, onun mâsum ve günahsız, kendilerinin ise günahkâr olduğunu düşündüler. Sahâbîlerin böyle düşünmesi, mükemmel bir edep örneğidir. Çünkü onlar, Peygamber’in nâfile ibadetlerinin beklediklerinden daha az olmasını onun kemâline, günahsızlığına bağlamışlar, onda noksanlık arama gibi bir düşünceyi akıllarından geçirmemişlerdir. Gerçekte Peygamberimiz’in nâfile ibadetlerinin azlığı da ümmet için bir rahmet vesilesidir. Bu yönde kendisini örnek alanlar, herhangi bir kayba ve zarara uğramadıkları gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Daha önce de ifade edildiği gibi, az da olsa sürekli olan ibadetler makbuldür. Çünkü herkesin her zaman çok ibadet etmeye gücü yetmez. Ayrıca, azlığın ve çokluğun bir ölçüsünü bulmak da mümkün değildir. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibadet yapmakta serbest bırakılmıştır. Her konuda olduğu gibi ibadetlerde de haddi aşmak doğru görülmemiştir. Çünkü insan yalnız kendisinden ibaret değildir. Kendi nefsimizin olduğu kadar, eş ve çocuklarımızın, yakınlarımızın, komşularımızın ve bütün insanların bizim üzerimizde hakları vardır. İnsan, güç ve kuvvetini devam ettirebilmek için yiyip içmek, neslini devam ettirebilmek için evlenip çoğalmak zorundadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, her üç sahâbenin hadisimizde geçen davranışlarını uygun bulmamışlardır. Devam edecek…. Bu yazı toplam 408 defa okunmuştur.

allah tan en çok korkanınız benim